Kasım Ayı Konusu: Din

5 Kasım 2014 Çarşamba

  


   Aslında bu sayıda bütün dinleri içersinde toplayan eleştirel bir yazı yazmak isterdim ama İslam’a dair o kadar çok dile getirmek istediğim sıkıntı var ki diğerlerine yer kalmıyor. Belki başka bir sefere.

   Zaten kendimi bildim bileli var olan İslamiyet’in dünya genelindeki bozuk imajı son zamanlarda iyice gözüme batar hale geldi. Bunun sorumlusu olarak gösterilebilecek tek bir topluluk yok. Aslında bu durumu dert edinmeli mi orası da ayrı bir muamma. Sonuçta bir şeyin gerçek değeri onun hakkında yürütülen fikirlerden bağımsızdır. Ama diyorum ya, son dönemde hem kendi çevremde hem de dünya genelinde o kadar çok sık olmaya başladı ki rahatsızlık verici bir hal aldı bu durum. Bunun birden çok nedeni var tabi ki.

  Namaz Tamam, Oruç Tamam, Ahlâk?

   Önce çuvaldızı kendimize batırmak istiyorum.

   Yurtdışındakileri bilemem de, en azından biz türk müslümanlar olarak çağın bilgisinin, dahası kendi dini bilgimizin çok gerisinde kaldık. Kocaman bir cahil Müslüman topluluğu var şu anda.  İlk ayeti “Yaratan rabbinin adıyla oku” olan bir kutsal kitaba ancak bu kadar aykırı gidebiliriz. Biz okumuyoruz. Ancak dinliyoruz. İmamları dinliyoruz, hacıları dinliyoruz, hocaları dinliyoruz. Ama okumuyoruz. Bilgiyi birinci kaynaktan almak varken hep araya başka aracıları sokuyoruz. Kitap okuma alışkanlığı edinerek kendini yetiştirmeyi geçtim, bir araştırma yapacak olsak Kuran’ı baştan sona kadar okumuş Müslüman sayısı oranı çok düşük çıkacaktır. Eminim bundan. Yeterli ve doğru bilgiyi edinmeyen/edinemeyen bir Müslüman ne dinini doğru yaşayabilir, ne de bunu başkasına aksettirebilir. Peygamberin bize iki emanetin biri olan Kuran’a rağbet bu mu olmalıdır?? Ama bu teneke halimizle bir ateistle din tartışmasına girmeye bayılırız. Öyle de cevvaliz.

   Keşke bilgisizlikle bitseydi. Ama bitmiyor. Ahlâksızız da. İslamiyet’i sadece namaz kılmak, oruç tutmaktan ibaret sanan insanlar yüzünden geliyor başımıza ne geliyorsa. Ahlâksız bir müslüman inananı dinden uzaklaştırabileceği gibi, güzel ahlaklı bir Müslüman da inanmayanı dine yaklaştırır. Fakat biz ne yapıyoruz? “İmanı en kuvvetli kişi, ahlakı en güzel ve hanımına en yumuşak olandır.” ve “Kıyamet günü, mü'minin mizaninda güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur.” diyen güzel ahlâklı bir insanın takipçisi olarak başka yollar deniyoruz. Mesela her Ramazan oruç tutmayanlara restoranda dayak atmakta bir beis görmüyoruz. Daha bu yaz, Beşiktaş’ta bir grup turiste sahur vaktinde içki içtikleri sebebiyle dayak atıldığı haberini  görmüştüm. Müslümanlar bitti şimdi müslüman olmayanlara da mı dadandık? Gerçi turist olması Müslüman olmayacağı anlamı taşımıyor ama biz de böyle bir ayrım da yok artık. “İster inansın ister inanmasın benim istediğim gibi yaşayacak” kafası var. Ama en ufak anti-islam eleştiride “dine saygı göstermiyorlar” diye de öter bunlar. Saygı denilen şey karşılıklı gösterilebilen bir şeydir. Saygı gösteresin ki saygı bekleyesin. İnsanları geçtim hayvana bile değer vermiyoruz. Kedi-köpek tekmeleyen bir ümmet olarak hayvanlara güzel davranmayı öğütleyen Hz. Muhammed’e komşu olmak istiyoruz.

   AKP Ve IŞİD Etkisi

   Muhafazakarız diye geçinen AKP’nin yakın zamana kadar başındaki isim ve onun müritlerinin Gezi’den bu yana o kadar çok yanlışı oldu ve o kadar çok kirli çamaşırı çıktı ki ortaya, insanlarda doğal olarak “Ağzından Allah kelimesi eksik olmayan adam böyleyse diğerleri kim bilir ne durumdadır” fikri oluştu. “Bakara makara diyerek twitter’a ayet çakan” bir milletvekilimiz olduğunu öğrendik mesela. Şimdilerde ortalarda görülmüyor.


   Sınırın dışına çıkarsak son ayların gündemi IŞİD var tabi ki. Bu sadece Türkiye’de dünya çapında anti-İslam görüşe malzeme veriş durumda. Ama şöyle de bir gerçek var ki o coğrafya da IŞİD’den önce de zaten hiç kan durmuyordu.  Sadece eli kanlı olanlar değişiyor. Hepsi bu. Hiç unutmuyorum, 2 yıl önce orta doğu’da yine benzer olaylar vardı. Bir bayram namazında imam efendi şöyle demişti: 

Yarın hristiyanına yahudisine "gelin İslamiyet barış dinidir" diye çağrı yapsak adam demez mi "ulan siz daha birbirinizi öldürmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi, bize mi barış getireceksiniz?!" diye.

Doğru söze ne hacet.  

   İslami terör örgütlerinin haberlerini gördükçe PKK’yı saldırdıkları için elinde çekirdekle “oh yesinler birbirlerini” diyen kesim, cihat kafasıyla bu gruplara katılan cahil kesim, “IŞİD gerçek İslam’ı temsil ediyor” diyen eleştiriye her daim hazır inançsız kesimin yanında bir grup daha var. Bütün bu yaşananlardan utanç duyan insanlar.  Hani televizyon izlerken başkasının yerine utanırsın ya bazen. Aynı o his işte. Biz de başka Müslümanlar yerine utanabiliyoruz. Ve fakat bunun doğru olmadığını ifade etme amacıyla kurduğumuz cümle de “gerçek İslam bu değil” oluyor. Bu o kadar çok sık tekrarlanıyor ki zamanla “benim kürt arkadaşlarım da var” gibi klişeleşmiş ve içi boşaltılmış bir cümle haline geliyor. Ama söyleyin, bunu ifade etmenin başka yolu ne olabilir? Yani bir Müslüman hırsızlık yaptığında, bir kadına tecavüz ettiğinde, adam öldürdüğünde bu yaptığının İslam’da yeri olmadığını ve bunun dini inancıyla bağdaştırılmaması gerektiğini nasıl ifade edebiliriz? Söyleyin, öyle ifade edelim. Çünkü bu örnekleri göstererek bahsi geçen eylemleri gerçekleştiren kişileri suçlamak yerine İslamiyet’e çamur atmak çok abes. Neden insanların bıçakla yaptıklarına göre yargılamak varken o bıçağı üreteni yargılıyoruz?

   Madalyanonun Diğer Yüzü

   Yakın zamana kadar herhangi bir dini inanışı olmayanlara karşı elimden geldiğince hoşgörülü ve yapıcı davranmaya çalıştım. Fakat girdiğim birkaç diyalogdan sonra yavaş yavaş bu iyi niyetimi kaybettim. Neden biliyor musunuz? Yukarıda dedim ya, karşılıklı olmayınca bir yerden sonra film kopuyor.

   Her şeyden  önce şunu fark ettim. Başta Müslümanları ve diğer dini kesimleri hoşgörüsüzlükle şuçlayan bu arkadaşlar haklılık payı olmalarına rağmen nedense kendileri de hoşgörülü değiller. Yani kendisini dinsiz köpek denmesinden şikayet eden biri bakıyorsunuz gayet de islam’a sövüp sayabiliyor. Sakın sana dinsiz köpek denmesinin sebebi senin de onların peygamberine hakaret etmen olmasın?  Ben ateist kimselerle diyalog halinde olduğumda şimdiye kadar hep saygılı bir üslup kullanmaya çalıştım, iyi örnek olmak amacıyla. Fakat son derece lakayıt tavırlarla karşılaştım. Buna da gerçekten şaşırdım. Üzüldüm. Çünkü güzel lisanla bir ateist ve bir dindarın bir konu üzerinde faydalı bir tartışmaya girebileceği kanaatindeyim. Fakat seviye sübyancı arap seviyesinde olunca bu pek mümkün olmuyor mesela.

   Bu durumdan daha önemli bir şey daha var. Belki fark etmişinizdir. Çoğu ateist Kuran’ı baştan sona okuduğunu iddia eder. Ben de çok sayıda denk geldim. Doğal olarak da gerçekten İslamiyetle uyuşmadıkları için kabul etmediklerini düşünüyordum. Fakat gerçek bu bildiğim. Net bir şekilde söyleyebilirim ki, bilmiyorlar. Çoğunu kafası basma kalıp şeylerle doldurulmuş agnostik forumları gibi. Örneğin sokaktan bir ateist çevirseniz size söyleyeceği ilk saldırı argümanı Tevbe Suresinin 5. Ayeti olacaktır.

“Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Artık bunu o kadar çok gördüm ki midem kalkıyor. Bu Kuran’ın hepsini okuduğunu iddaa eden arkadaşlar gözlerini biraz kaldırıp surenin 1. Ayetini göremiyorlar nedense.


“Bu, Allah ve Peygamberinden, antlaşma yaptığınız müşriklere bir ültimatomdur.”

Sorun kendiliğinden çözülüyor zaten. Kuran bir kişinin 1-2 ayda yazdığı kurmaca bir bestseller değildir. Tam 22 yıl 2 ay 22 gün sürmüştür tamamlanması. Her bir ayetin indiriliş gayesini ve o ayetin indiğinde ki olay zincirini bilmek, tabi ki bize Kuran’ı çok daha iyi kavrama fırsatı verecektir.

Devamlı surette öne çıkarılan iddialardan biri de İslamiyet’in kadını bir insan değil mal gibi gördüğü iddiası. İspat olarak gösterdikleri şeyler de çoğu zaman Nisa suresinden ayetler oluyor. (Bahsi geçen ayetlerin tartışılması ayrı bir yazı konusudur ve burada yer verilemeyecek kadar teferruatlıdır.) Ama dedim ya, hep basma kalıp şekilde. Aslını astarını araştıran çok az. Günümüz kadınının en çok mağdur edildiği konulardan ikisi taciz ve tecavüz iken, İslam 1400 yıl evvel başta gözle olmak üzere her türlü taciz ve tecavüzü erkeğe yasaklamıştır. Fakat nedense bu hiç gündeme getirilmez. Varsa yoksa Nisa suresi. Daha geçen gün ekşi sözlükte bir yazar İslam’ın, kesin bir dille kadının seksten zevk almasını yasakladığını, kadın cinselliğini ise sadece üremek amaçlı hoş gördüğünü iddia etti. Ben de gayet normal bir dille bu iddiasını destekleyen herhangi bir ayet ya da hadis olup olmadığını sordum. Bolca bulunduğunu ve Nisa suresinden başlayabileceğimi söyledi. Özelikle verebileceği bir ayet istediğim de ise cevap vermekten sakındı kendisi ve konuyu dolandırmaya başladı. Açıp Nisa suresini baştan sona okudum. Tabi ki beyefendinin iddia ettiği gibi kadına cinselliğin yada cinsel zevkin haram kılındığı herhangi bir ayet göremedim. Bunu da belirtmeme rağmen beyefendiden bir daha hiç karşılık gelmedi. Ama kendisi İslam hakkında hâlâ atıp tutmaya devam edebiliyor. İnsanın bu noktadan sonra söyleyebileceği tek şey oluyor: “Ne halin varsa gör.”

Halbuki peygamber bunu öğütlemiyor.

Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir.


(Tirmizî, Birr, 63)

Maalesef topluluklar arasında köprü kurmak, duvarları yıkmaya çalışmak hakikaten de peygamber sabrı istiyor herhalde. Fakat benim tolerans  ve iyi niyetim iyiden iyiye azaldı. Artık ben de birbirine tahammülü olmayan koca insan yığınları gibiyim. Teşekkürler.

İslamiyet’e yaptığı suçlamaları temellendirecek ayetleri göstermekten aciz, gösterse Müslüman adama "Bu konularda konuşurken Kuran'ın dışına çıkın" diyen kafalarla ancak bu kadar oluyor. Sorun şu ki, iki taraf da saldırı pozisyonun da oldukça iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Birilerinin gelen saldırıları göğsünde yumuşatıp bizi bu kısır döngüden çıkarması gerek. Bu görevde biz Müslümanlara düşüyor.


Elinden daha iyisi gelen varsa bir adım öne çıksın!

Hem inananlardan.

Hem inanmayanlardan.



Mert Veznikli
mertveznikli@gmail.com

    
ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...

4 Kasım 2014 Salı

            Yılda dokuz gün oruç tutarız. Üç gün oruç tuttuktan sonra üç gün tutmayız. Böyle böyle dokuz günü tamamladıktan sonra kurban keseriz. Kurban Bayramı’nda da koyun keseriz. Güneş doğarken ve batarken duamızı okur secde ederiz. Duadan önce el, ayak ve yüzümüzü yıkayarak abdest alırız.

Prof. Dr. İbrahim Agâh Çubukçu 1984’te Siirt’te bir sempozyuma katıldıktan sonra Kurtalan’ın Kurukavak köyüne uğramış. Yezidiler’in yoğunlukta olduğu bu köyde halk önce tereddütle yaklaşmış konuşmaya.  Osmanlı döneminde kendileri için 26 kez kıyım fermanı çıkarılmış, sonrasında da başka inanışlara sahip komşu halklar tarafından dışlanmışlık içinde yaşayan bir halk için bu tereddüt normal karşılanmalı. Çubukçu da bunun farkındalığıyla temkinli sürdürmüş konuşmasını. Sonrasında dualarını okutup yazmış tek tek. Duaları yazdıktan sonra halkla toplanıp, yaşlı Pir ile konuşmaya başlamış.
       -          Allah’ı tanır mısınız?
       -          Elbette tanırız bey, bizim yolumuz doğru yoldur.
       -          Başka neye inanırsınız?
       -          Emin Cebrail’i Allah’ın vekili sayar ona taparız, dua ederiz. 
       -          Şeytan’a tapar mısınız?
Soru üzerine birkaç kişi konuşmayı terk etmiş ama Pir konuşmaya devam etmiş.

     -     Bey biz o kelimeyi (Şeytan’ı) anmayız. Biz ona Melek-i Tavus deriz. Onun Cennet’ten kovulması diye bir şey yoktur. Hata, meyveyi yiyen Adem’dedir.
Konuşma peygamberler, perhiz, gençlerin eğitim durumu gibi konularla devam etmiş ve son bulmuş.
Köyde ortaokul olmadığından eğitim almaya başka yerlere giden çocuklar, okullarındaki diğer çocuklar tarafından dışlanırmış. Ekonomik ve toplumsal imkansızlıklar yüzünden birçok Yezidi halk Batı’ya göç etmiş. Çoğu Almanya’ya yerleşmiş. Köklerini unutmayıp desteklerini uzaktan sürdürmüş.
Herhangi bir toplumun diğer toplumlarca dışlanmasının başında yatan nedenlerden biri dini görüşün farklılığıdır. Bu dışlamanın biçimleri de değişmektedir.

Yezidiler bu günlerde yalnızca dışlanmakla kalmıyor, saldırılara da maruz kalıyor. Bir çoğu topraklarından kopup başka yerlere sığınıyor. Sabah ve akşam ettikleri duaları karşılıksız kalıyor. Bu saldırılara tek maruz kalan halk da onlar değil.
Farklı dinlerde yapılan ibadetler ve edilen dualar farklılık gösterse de bir çok ortak özellik barındırıyor. Bu ortak özelliklerin anlaşılması ve ibadetlerin içten yapılması uzun vadede belki de kıyımların önüne geçebilecek önemli bir etken.
Dini ritüellerin ve ibadetlerin ortak özelliklerinden biri kendinden geçme anlarıdır. Bu anlarda kişi tapındığı varlıkla iletişim kurmaya, hatta sonrasında bu varlıkla bütün olmaya çalışır. Bu varlığın kapsadığı alan, yaratma gücü gibi etkenler düşünüldüğünde, yalnızca tapınılan varlıkla sınırlı kalmayıp diğer yaratılan varlıkları da kapsar. Bu durumda ayinler ve ibadetler ‘bir’ olmayı sağlar.
Herhangi bir dinde ibadetini içtenlikle yapan bir kişinin dünyadan kopup, tapındığı varlıkla yakınlaştığı söylenebilir. Topluluk ile yapılan ibadetlerde de aynı durum geçerlidir ve bunun yanısıra bireylerin birbirini de bu durumun içine dahil etmesi mevcuttur.
Bir olmanın getirisi, toplumsallığın kuvvetlenmesi ve bencilliğin arka plana atılmasıdır. ‘Ben’ olmayı geride bırakmak insan için imkansıza yakın düzeydedir. Yaşam içinde bir başkası için yapıldığı düşünülen davranışlar bile özünde kişisel bir rahatlama duygusu taşıdığından, bencillik olarak nitelenebilir. Bir başkası için hayatını feda etme eylemi dahi o anlık bir fedakarlık olarak algılansa bile, hayatını feda eden kişinin sonradan vicdani rahatsızlık duymamak için yaptığı bir eylemdir.
Bir çok dinde ayinlerin en üst mertebesine ulaşmak, yanında bir olmayı getirir. İnsan yalnız kendi için düşünmemeye başlar ve davranışlarındaki anlam evrenselleşir. Bu algıya daha rahat ulaşmak için bazı yerel kabileler uyuşturucu maddeleri ritüellerine dahil eder. Bu tarz maddelerin bazıları sol beyni işlevsizleştirip sağ beyni daha aktif kullanmayı sağlar. Kendini yineleyen ritüellerde ve diğer ibadetlerde de aynı durum söz konusudur.
Sol beyin ve sağ beyin arasındaki işlev farkını en güzel anlatan kişilerden biri nörolog Jill Bolte Taylor’dır. Taylor, bizzat kendi yaşadığı bir deneyimi verdiği bir konferansta aktarırken, sol beyninde gerçekleşen kanamayla birlikte vücudunun sınırlarını ayırt edemediğini dile getiriyor. Çevresindeki canlı ve cansız tüm maddelerle bütünleştiğini belirtiyor. Anın korkusunu geride bıraktığında, geriye kocaman bir bütünleşim ve huzur anı kalıyor.
Hayatın akışı içinde düşünmek, üretmek ve hatta faydalı olmaya çalışmak bile insanları bireyselleştiriyor. Öyleyse bilimin ve doğanın elverdiği kadar, inananların ibadetlerinin yol göstericiliğiyle, inanmayanların farklı yöntemlerle sol beynini uyuşturup sağ beynini aktif hâle getirmesi yapılabilecek en iyi bir olma yöntemi olarak gösterilebilir.

Engin Dikkulak
                                                                                                         engindikkulak@gmail.com




ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...
Semavi dinlerin her birinin gelişim süreçlerinde kadının değerlendirilmesi farklı şekilde ele alınmıştır. Hristiyanlığın Hz. İsa’nın vefatından sonraki ilk dönemde kadını ele alışı, ona erkekle eş değer bir statü belirleme yolunda gelişmiştir. Fakat Yahudilikte, İslam’daki kadına bakışa çok benzer şekilde, kadına farklı sosyal alanlarda, erkekten daha az sorumluluk ve önem atfedilmiştir. Hristiyanlığın başlarında kadınlara atfedilen değer de, ataerkil toplumsal yapının dinlerin olgunlaşma sürecini ve insanların dinlere inanış şekillerini etkilemesiyle birlikte, kadınları erkekler kadar değerli gösteren dini kaynakların tahrifi sonucu kadının sosyal durumunun erkeklerden aşağıya çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Tevrat’ta geçen dişi Lilith karakteri, paganizmden kalma Lulu’nun Yahudilikteki bir yansıması olarak, kötülüğün ve şeytanın sembolü olarak sunulmuştur. İslam’da ve Hristiyanlık’ta, Tevrat’ta yer alan Lilith karakterinin eş değeri bir karakter yoktur. Hristiyanlıkta var olan benzer karakterler, İncil’de var olmamasına rağmen, sonradan ortaya atılan rivayetlerle, İslam’da kadına atfedilen kötülükler de, yine aynı şekilde raviler kanalıyla Lilith’e atfedilen kötülüğe eşlenmiştir. Bu yazıda, Kur-an-ı Kerim’de kaynağı bulunmamasına rağmen İslam geleneğine yerleşmiş kadın algısını, kadını insan varoluşundan farklı ele alan rivayetlerin ve bu rivayetler etrafında oluşmuş İslâmî geleneğin sebeplerini değerlendirmeye çalışacağım. Bu sırada yararlandığım kaynak kitap, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri adlı eseridir.

İslam geleneğiyle yönetilen toplumlarda da, diğer İbrahimi dinleri kendilerine kaynak edinen toplumlarda da, yönetici tabakanın kahir ekseriyetini erkekler oluşturuyordu. Gücü elinde tutan grupların, aynı zamanda dini ve onun kontrolünü de elinde tuttuğu bu dönemde, İslam dininde rivayetlerin önemi büyük ölçüde artış gösteriyordu. Hz. Muhammed’in yaşarken yasakladığı hadis yazımı, kendisi vefat eder etmez bir anda önemli bir görev haline gelmişti. Kendisinin, O öldükten sonra söylediklerinin yazılı olarak tutulmasına izin verdiğine dair herhangi bir bilgi olmamasına rağmen, büyük bir kısmı sahabelerden oluşan ravilerin birbirlerine rivayet etmeleri yoluyla, hadis yazımı İslam toplumunda önemli bir yer sahibi olmaya ve hadis, Kur-an-ı Kerim’den sonraki en önemli kaynak olarak toplumda kabul görmeye başladı. 

Bu yazının da konusunu oluşturan İslam geleneğinde kadının yerinin sınırlarını çizen en büyük kaynak, hadisler olmuştur. Peki neden İslam’ın en önemli kaynağı olması gereken Kur-an-ı Kerim, kadının toplumdaki yerinin şekillenmesinde hadislerin gölgesinde kalmıştır? Neden Kur-an-ı Kerim’in içerisinde yer almayan kadınlarla ilgili onlarca suçlama, hakaret ve şeytanlaştırma, hadisler yoluyla İslam geleneğine bu kadar kolay entegre olabilmiştir?



Tuksal, bu soruya bir cevap girişimi olarak şunu öne sürüyor: İslam, peygamberin vefatından sonra tamamen erkeklerin egemenliğinde olan, kadınların yönetimde/toplumda neredeyse hiç söz hakkı olmadığı bir ortamda gelişti ve din, devletin kontrolünde ve toplumun rahminde büyüyüp geliştiğinden, bu süreç içerisinde ataerkil kültürün etkisiyle yazıldığı aşikar olan onlarca rivayet sayesinde, mizojinist bir yapıya büründürüldü. “Ataerkil kültürün etkisiyle yazıldığı aşikar olan onlarca rivayet”in gerçekten peygamber tarafından söylenilip söylenmediğinin asla bilinemeyeceğini belirten yazar, benim yukarıdaki cümle ile özetlediğim hadisleri neden böyle gördüğünü şu şekilde açıklıyor: Hadislerdeki genel sıkıntı, klasik hadis sahihlik-zayıflık belirleme kurallarına göre zayıf hadislerin, sahih sayılmasalar bile toplumu etkilemesi ve sahih sayılan hadislerin de zaman zaman birbirleriyle çelişebilmesi. Çelişki durumlarında hadis ilminde nesh tekniği ile iki hadisten birinin hükmünün düşürülebileceği biliniyor, fakat çeliştiği aşikar olan hadislerin birçoğu, kitaplarda hala yer alıyor ve bu durum da bu hadislerin halen toplumda muteber olarak algılanmasına yol açabiliyor. Bahsi geçen hadislere bir örnek teşkil etmesi bakımından yazar şu hadisleri ele almış:

Rivayet 1: Namaz kılan bir kişinin önünden bir kadın, bir köpek ya da bir eşek (bazı kaynaklarda domuz da geçiyor) geçtiğinde namazın bozulduğunu ya da maneviyatının eksildiğini aktaran hadis.

Bu hadis, Kütub-u Sitte denilen, en güvenilir 6 hadis kitabının derlemesinden oluşan kitapta geçmektedir ve bu onun sahih bir hadis olduğunda ravilerin ve bu kitapların sahiplerinin mutabık olduğunu kanıtlar. Ancak aynı konu üzerine rivayet edilen şu hadis de aynı kitabın içerisindedir:

Rivayet 2: “Âişe’nin (bkz: Hz. Aişe)yanında namazı bozan şeylerden köpek, eşek ve kadın zikredildiğinde şöyle demişti: ‘Bizi eşek ve köpekle bir tutmakla ne kötü bir iş yaptınız! Yemin olsun ben bilirim ki, Resulullah namaz kılarken onunla kıblesi arasında yatmış olurdum da, secde etmek istediğimde ayaklarıma dokunurdu, ben de onları çekerdim.’”

Şimdi öncelikle bu iki rivayet konusundaki sorun şu: Nesh ile birinden birinin hükmü düşürülebilecekken, neden en güvenilir hadis kaynağı olarak bilinen Kütub-u Sitte’de çelişen iki hadis birden yer almakta? Hz. Aişe tarafından sahabeye yöneltilmiş bir sürü eleştiri olduğu biliniyor. Bu eleştirilere ve sahih olduğu kabul edilen Hz. Aişe’nin birebir tecrübesine dayandırdığı bir hadise rağmen, köpek-kadın-eşek içerikli hadis neden güvenilir kaynaklarda yer almaya devam ediyor? Bu noktada ben de yazarın İslam geleneğini oluşturan dinamikleri ele alırken, geleneğin oluşmasında büyük etkisi olduğunu düşündüğü  ataerkilliğin bir payı olabileceğini düşünüyorum. Hadisler üzerinden bir ataerkillik çıkarsaması yaptıktan sonra, yazarın ataerkillik kavramı ve geleneksel İslam’ın kadına bakış açısını değerlendirirken yaptığı alıntıdaki can alıcı noktaları paylaşmak istiyorum:

“Ataerkilliğe göre erkekler, ‘doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdırlar, dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin siyasal olanı, devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır. Kadınlar ise, ‘doğal olarak’ daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından daha aşağı, duygusal bakımdan dengesizdir; bu da onları, güvenilmez ve siyasal katılım açısından elverişsiz kılar.” (Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın)

Ataerkilliğin en basit açıklamalarından biri olan bu alıntı, geleneksel İslam’daki kadına bakış açısıyla birebir örtüşmektedir, ve yazar, bunun tesadüften öte bir şey olduğunu ve bu yüzden kadınlarla ilgili hadislerin, bu bağlantıyı faş etmek amacıyla daha sıkı araştırmalara tabi tutulması gerekliliğini belirtmiştir.

Geleneksel İslam’la ataerkilliğin örtüştüğü en önemli noktalardan biri,  kadınların varoluşsal açıdan erkeklerden aşağıda konumlandırıldığı şeklinde yerleşmiş inançtır. İslam geleneğinde nesilden nesile aktarılan ve doğrudan ya da dolaylı yoldan kadınların erkeklerden “fıtren” aşağıda yer aldığını vurgulayan hadisler, Kur-an-ı Kerim’de “üstünlük ve değerlilik” kıstaslarının, insanlara fıtri olarak bahşedilen özelliklerden (vehb) çok, onların yapıp etmelerine (kesb) bağlı olduğu gerçeğinin yok sayılmasını gerektirdiğinden, İslam geleneğine böylesine yerleşmiş olması şaşırtıcıdır. Ahzab Suresi 35. Ayet’te Allah şöyle buyurur:

“Gerçek şu ki, Allah’a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, kendilerini adamış bütün erkekler ve kadınlar, sözlerine sadık bütün erkekler ve kadınlar, [Allah’ın karşısında] güçsüzlüğünü anlayan bütün erkekler ve kadınlar, karşılıksız yardımda bulunan bütün erkekler ve kadınlar, iffetleri üzerine titreyen bütün erkekler ve kadınlar, ve Allah’ı durmaksızın anan bütün erkekler ve kadınlar için, evet, bunların tümü için Allah mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.”

Bu ve bunun gibi birçok ayet (Al-û İmran, 189-195), kadının ve erkeğin birbirine üstünlüğünü Allah’ın önünde yalnızca amellere (insanın yapıp etmeleri) endeksler ve fıtri farkın, fıtri üstünlükle karıştırılmaması gerekliliğini ortaya koyar.

Bir diğer yaygın kanı ise kadınların aklen erkeklerden aşağı olmasıyla ilgilidir. Bu kanıya sebep olacak birçok hadis vardır. Hatta Tabressi’nin Taberi Ali’den naklettiği bir hadise göre, kadınlar erkeklerden yalnızca aklen değil, canları açısından da aşağıdadır, hatta ve hatta, yarım-erkek değerindelerdir. (Tabressi, Mecma’u’l-beyan, II, 265). Bu akıldışı sonuçlara sürükleyici hadislerin aynı zamanda din-dışı olduğunu Tuksal kitabında şu satırlarıyla açıklamıştır:

“Kadının sadece aklını ve dinini değil, canını bile eksiklik söylemine dahil eden bu bakış açısına göre, şahitlik dışındaki pek çok konuda kadınlarla erkeklerin aynı konumda kabul edilip, [Allah tarafından] aynı sorumluluklarla mükellef tutulabilmesinin izahı nasıl mümkün olacaktır acaba? … Zira birçok suçun oluşmasında akıl eksikliğinin, hürriyetin kısıtlılığından daha etkili bir özür olduğu bilinen bir gerçektir. İşlenen suçların cezalandırmasında genel olarak kadınlara tanınan bir hafifletmenin bulunmaması, İslam hukukunun bu konularda kadınla erkeği eşit kabul ettiğini gösterir.”

Geleneksel İslam’a hadisler yoluyla girmiş bir diğer algı da, kadının yaratılışı ile ilgilidir. Aslında Tevrat kaynaklı olan, kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması anlatısı, Kur-an’ı Kerim’de yer almaz. Kur-an’da kadının yaratılışıyla ilgili detaylı bir anlatış yoktur, ancak kadının da erkeğin de ortak bir özden yaratıldığı belirtilir. Fakat ne hikmetse ortaya kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığını öne süren hadisler ortaya çıkmıştır. Bu noktada insanın aklına ister istemez İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserinde de belirttiği gibi (İsrailiyat), İslam toplumuna sonradan katılmış Yahudilerin ve Yunanların, İslam’ın özünü değiştirme, İslam’ı bozma girişimlerinin bir sonucu olabileceği gelmektedir. Her ne kadar primitif bir komplo teorisi gibi dursa da, dünyanın ilk sosyologu olarak değerlendirilen İbn Haldun tarafından dillendirilmiş bu iddia da, aklın bir köşesinde durmalıdır ve benzer hadisler bu bilginin oluşturduğu şüpheyle birlikte değerlendirilmelidir.

İslam dinini ve İslam geleneğini ayrı başlıklar altında inceleyip karşılaştırmalar yaparak, geleneği ve dini oluşturan unsurların güvenilirliğini ölçmek, İslam dinini anlamaya çalışan Müslüman ya da gayrimüslim her insan için önem arz etmektedir. Özellikle İslam dininde kadının yeri gibi geniş ve üzerinde birçok tartışma olan bir konuda insanların başvurduğu kaynaklar, genellikle İslam geleneğinde güvenilir olarak tanımlanan, fakat yukarıdaki örneklerde ortaya konduğu gibi aslında kendi içlerinde bir sürü sıkıntılar barındıran hadis kaynaklarıdır. Bu kaynakların, yazarın ve diğer birkaç yazarın vurguladığı, İslam geleneğinin şekillenişinde ataerkil kültürün etkilerinin ne derece belirleyici olduğuyla ilgili eleştirel bakışla incelenmesinin, eğer maksat İslam’ın özünü anlamaksa, daha hakkaniyetli olacağı aşikardır.


Burak Karakuş
brk.krks.41@gmail.com

ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...
Din nedir? İnsanlar için ne ifade etmektedir? Dinin psikolojik, sosyolojik ve felsefik kaynakları nelerdir? Bu soruların sayısını çoğaltmak mümkün ancak kısa bir yazıyla bu soruların altından kalkmak mümkün değil. Bu yüzden biz dinle ilgili bu soruların cevaplarını başka yazılarda arayacağımızı ifade ederek, işe dinin ülkemiz anayasasına nasıl yansıdığına değinmekle başlayacağız ve yazıyı özellikle 1982 Anayasası çerçevesinde sınırlı tutacağız. Yine de konuya giriş yapmak bakımından kısaca dinin bazı sözlüklerde nasıl tanımlandığını görmemiz gerekecek.
TDK Sözlüğünde “Din”, “Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren bir kurum” olarak, Encyclopedia'da ise "Üyelerine bir bağlılık amacı, bireylerin eylemlerinin kişisel ve sosyal sonuçlarını yargılayabilecekleri bir davranış kuralları bütünü ve bireylerin gruplarını ve evreni bağlayabilecekleri (açıklayabilecekleri) bir düşünce çerçevesi veren bir düşünce, his ve eylem sistemi" olarak tanımlanmış. Dinin herkes için farklı bir anlamı olabilir tabii. Ancak genel itibariyle, inanç eksenli bir değerler bütünü olduğu kabul edilebilir. ( Pastafaryanizm’in de (makarnaya tapanlar) kendini din olarak duyurduğunu hatırlatmak konu için önemli olabilir.) Yani, ister semavi dinlere inananlar açısından, ister çok tanrılı dinlere inananlar açısından ya da makarnaya tapanlar açısından din ortak bir amaca hizmet ediyor aslında; inanma ihtiyacının karşılanmasına…
Acaba 1982 Anayasası, bu ihtiyacın karşılanması noktasında tam olarak nerede duruyor? Bizlere tam bir özgürlük mü sunuyor, yoksa sınırlamalarla dolu dar bir alan mı bırakıyor? Belki de birçoğumuz, Türkiye’deki bazı uygulamalar neticesinde elde ettiğimiz tecrübeye dayanarak bu sorulara cevap verebiliriz. Yine de, hukuksal anlamda bu anayasanın insanlara dinsel özgürlük verip vermediğine de bir bakmak gerekiyor.

Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü, 1982 Anayasanın 24. maddesinde düzenlenmiş:
“Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
            14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”.
Burada, uzun bir Anayasa okuması yapmayı hedeflemiyoruz. İşin esasını görebilmek açısından evrensel ve Anayasal düzenlemeleri karşılaştırmaya tabi tutmak neredeyse şart bizim için. Ancak, yapılacak karşılaştırmanın metni giderek hukukileştirecek olması, gerek konunun anlaşılmasının azalması, gerek uzaması riskini taşıyor. Bu noktada yalnızca 1982 Anayasası’nın bize dayattığı din ve vicdan özgürlüğünü maddenin bütünü çerçevesinde tek tek ele almakla yetineceğiz.
Maddenin ilk bendi önce herkese din, vicdan ve kanaat özgürlüğünü getiriyor. Ancak hemen ardından gelen ikinci bentte Anayasa’nın 14. maddesine vurguda bulunarak bu özgürlüğü sınırlıyor. 1982 Anayasa’nın hak ve özgürlük anlayışını kavrayabilmek açısından Anayasa’nın 14. maddesine değinmeden geçmek mümkün değil. Çünkü bu madde, Anayasa’daki tüm hak ve özgürlüklerin nasıl kısıtlanabileceğini düzenleyen bir madde. Maddeye göre “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” Anayasa’ya göre hepimiz din, vicdan ve kanaat özgürlüğüne sahibiz. Fakat bu özgürlüğümüzü devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak için kullanamayız. Kısıtlamanın kapsamının genişliğine ve kullanılan kavramların muğlaklığına dikkat ederseniz, 1982 Anayasa’sının Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin deyişiyle bir “Amayasa” olduğunu hemen anlayabilirsiniz. Üçüncü bent ise genel bir kısıtlama ardından sanki biraz nefes almamızı sağlayan bir rahatlık veriyor. Dinin, bir zorlama ve baskı aracı olarak kullanılmasına engel oluyor. Yalnız ne hikmetse dördüncü bentte din eğitiminin yapılmasını devletin denetim ve gözetimine sokarak, zorlama ve baskıyı yine devletin ilk elden uygulayacağının garantisini veriyor. Yani devletin izin, ruhsat, onay, denetim v.s. gibi işlemleri olmadan hiç kimsenin dini eğitim ve öğretim veremeyeceğini söylüyor. Anayasa bununla da yetinmiyor. Beşinci bentte din eğitimini zorunlu tutuyor. Din ve vicdan özgürlüğüne sahip olan bizlere, ille de din eğitimi vermek istiyor. Son bent ise sınırlamada neredeyse Nirvana’ya ulaşıyor ve her ne suretle olursa olsun, devletin din kurallarına dayandırılması veya kişisel imtiyaz sağlanması için dinin istismar edilemeyeceğini söyleyerek noktayı koyuyor.
Görüldüğü üzere, maddeye göre sahip olduğumuz özgürlük bir bent ve bir cümleden ibaret. Sınırlamanın ise haddi yok gibi. 1982 Anayasası’nın bireylere ve topluma vaad ettiği din ve vicdan özgürlüğü, sınırları sert biçimde çizilmiş, kolay kolay aksi düşünülemeyecek, düşünülse bile eyleme geçirilemeyecek, eyleme geçirilirse tepesine balyoz gibi cezai yaptırımlar inecek olan bir özgürlük. Anayasa bu bağlamda bireyin yani insanın hak ve özgürlüğünü korumaktan oldukça uzak. Tek ve en büyük derdi devleti korumak. Anayasaya göre devletin varlığının kayıtsız şartsız devamı sağlanmalı, ne bahasına olursa olsun. Bireyin huzuru, güvenliği, hakları ve özgürlükleri her zaman devletin varlığından sonra gelmelidir. Anayasa bize, insanın değil devletin değerli ve önemli olduğunu göstermektedir, göstermek ne kelime adeta gözümüzün içine sokmaktadır.
Anayasa’nın “Amayasa” olmaktan çıktığı, özelde bireye genelde topluma tanıdığı hak ve özgürlükleri keyfe keder sınırlamadığı, adalet temelli ve barış vaadli bir Anayasa olduğu günler yakındır. Halkta bu istek ve dinamizm vardır. İnançsızlardan makarnaya tapanlara, Sünnilerden Alevilere kadar toplumun her kesimindeki inanç gruplarına dâhil olanlar böyle bir Anayasa talebinden asla vazgeçemezler. Doğal olan budur, doğru olan budur. Ve biz biliriz ki, en doğal en doğru talepler her zaman yerini bulur.

Birsen Avcı
birsenavci79@hotmail.com


ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...

12 Temmuz 2014 Cumartesi


      30 Mart seçimlerine 2 gün kala Kadir Topbaş, CNN Türk moderatörünün sorularını yanıtlamıştı. Sorulması gereken birçok soruyu soran moderatörün verilmesi gereken cevapların çoğunu alamadığı bir röportaj olmasına rağmen, bence şu açılardan verimli bir röportajdı: Kadir Topbaş, İstanbul’un yönetiminde ne kadar özerk bir belediye başkanı? Yapım aşamasındaki projeler hakkında halkı bilgilendirmede ne kadar şeffaf davranılıyor? Yapım aşamasındaki özel mülke ait binalarla ilgili yargı süreçleri konusunda verilen bilgiler güncel ve doğru mu? Yargı kararları ne kadar uygulanıyor? İhale süreçlerinin şeffaflığı yeterli mi?
Bu soruları, genel yönetimin kendi içerisinde özerk olması gereken yerel yönetimlerin karar aşamalarına müdahil olma derecesine, parti içi demokrasiye, vatandaşın yönetime ve karar aşamalarına katılmalarına ve İstanbul’un değişen çehresine/çevre düzenlemesine göre değerlendirmek istiyorum.



Otoriter Yapı ve Demokrasi

Otoriter dendiğinde akla genelde ilk olarak lider ve liderlik gelir. Elbette bunun bir sebebi var. Dünyanın yerleşik otoriter sistemle yönetilmiş/halen yönetilen ülkelerine baktığımızda karşımıza karizmatik, sağlam duruşlu, asla hata yapmayacağına inanan ve inanılan, konuşurken gözlerine baktığınızda tek kişiyi muhatap almadığına emin olacağınız ve sürekli çoğul şahıslarla(siz, biz) konuşan ve bu sayede arkasına, kendisine sınırsız yetki ve temsil hakkı verdiğine inandığı halkını alan bir insan çıkıyor. Peki böyle liderlerin partiiçi demokrasiyi sağladığına, sağlamak istediğine ne kadar güvenilebilir? İktidar partisinin son yerel seçimlerde ortaya çıkardığı duruma bakılırsa hiç güvenilemez.

RedHack grubunun elde ettiğini iddia ettiği temayül yoklaması sonuçlarına göre Aziz Babuşçu, Kadir Topbaş’ı geçmesine rağmen aday gösterilmemiş. Burada ortaya şu soru çıkmakta: Aziz Babuşçu ve Kadir Topbaş’ın başa baş gideceği biliniyor muydu?

Bu soru hakkında yorum yapmak çok zor, fakat burada sorulması gereken soru, partide “neden Aziz Babuşçu bu kadar güçlenmiş olabilir”den çok, “neden Kadir Topbaş bu kadar güçsüzleşti” olmalı. Kanımca bunun cevabının aranacağı en doğru ve en yakın yer Gezi dönemi. Bu süreçte parti tabanı tarafından Topbaş’tan beklenen, Başbakan’ın görünürlüğünde kaybolan bir belediye başkanından çok, Başbakan kadar olmasa da sert bir tavır alan ve “gereken yapılıyor” mesajı veren bir belediye başkanı görüntüsüydü. Ancak Topbaş, resmi olarak birebir muhatabı olduğu sayılabilecek bir kargaşa sırasında en silik yetkiliydi. Ne Gezi eylemcileri, ne de İstanbul halkı, karşısında imzasını attığı bir projenin sorumluluğunu üstlenen bir başkan buldu. Sonuç olarak, AKP tabanı kendi içerisinde “daha görünür, daha sağlam” bir irade gösterecek bir aday düşünmeye başlamış olabilir.

Otoriter ve totaliter liderlerin yönetim şekillerinin en karakteristik özelliklerinden biri, çoğulculuğa verdikleri sureten yüksek, nitelik olarak kıt önemdir. Özellikle totaliter yönetimler, sınırlı bir çoğulculuk anlayışı geliştirerek istedikleri zaman demokrasiye uyan ve saygı duyan bir yapı gibi görünüp, genelde ülkeyi ve yerel yönetimleri, özelde ise partiiçi yapılanmayı yasalar ve uygulamalarla aslında hiç de çoğulcu olmayan bir yapıda yönetilir hale getirebilir. AKP’nin yerel seçimler öncesi durumu, ülke sathında da geçerli olan göstermelik demokrasinin suretini teşkil etmiş gibi gözüküyor.



İstanbul: Belediyeciliğin Tıkandığı Yer

Hükümette görülen bu otoriter yönetim emarelerinin yansımalarının yerel yönetimlere de sirayet ettiğini görüyoruz. Yazımın başında bahsetmiş olduğum, Topbaş’ın CNN Türk’e verdiği röportajda, özellikle birkaç konu hakkında söyledikleriyle, genel yönetimde kendine hiç bulamadığı kadar alan bulan, hatta kendi içerisinden bir bakan çıkartan inşaat sektörünün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yönetimine de etki ettiğini net bir şekilde açık etti.

İstanbul’un değişen çehresinin en büyük simgelerinden biri olan Zeytinburnu’ndaki 16:9 kuleleri. Bağcılar’dan Üsküdar’a kadar, İstanbul’un birçok ilçesinden görülebilen ve Anadolu Yakası’ndan bakıldığı zaman İstanbul’un silüetini bozan bu üç binanın belediye açısından durumu epeyi karışık.

İBB ve Zeytinburnu Belediyesi tarafından onay verilen bu yapılar hakkında 6 aya yakın bir süre önce, silüeti bozmayacak hale gelecek şekilde traşlanmaları şeklinde bir karar verilmişti. Henüz buna dair bir emare yok. Tarihi yarımadayı herhangi bir şekilde etkileyebilecek her yapının çevresinin iyice etüd edilip ondan sonra imar izni verilmesi gerekirken, bugün Süleymaniye ve çevresinde bile yeni yapıların dikildiğini görüyoruz. Bunlara ek olarak, İstanbul’un en geniş orman arazilerini içerisinde barındıran Kuzey Ormanları ve çevresi, 3. Havalimanı ve Kanalistanbul gibi iki büyük çaplı projeye ek olarak, bu iki projeyi Anadolu yakasına bağlayacak olan 3. Boğaz Köprüsü’nün yapılmasıyla tehlikeye girmiş durumda. Özellikle 3. Boğaz Köprüsü hakkında TMMOB tarafından yayımlanan değerlendirme raporu, bu köprünün yapılmasının gerekliliğini tartışmaya açması gereken bilgiler ve analizler barındırmakta. Birinci ve ikinci köprüler yapıldıktan sonra İstanbul’da kurulan küçük ilçeler, İstanbul’un şu anki en büyük sorunu olan yoğun trafiğin, buralara gelen yoğun iç göç dolayısıyla, en büyük sebeplerinden biri. Buna ek olarak, köprülerin, şehrin mevcut yollarına bağlantısının sağlanması için yeni yolların yapılması mecburiyeti düşünülünce, uzun vadeli bir çevre faciassı göz önüne geliyor. 3. Köprü’nün bağlantı yollarının büyük bir kısmı, İstanbul’un Avrupa yakasında bulunan Kuzey Ormanları’ndan geçiyor. Yani denklem çok açık: Köprü yolunu, yol yerleşimini, yerleşimse yaşam alanını beraberinde getirir. Yaşam alanının zaten oldukça geniş olduğu İstanbul’da şu an nüfus 15 milyondan fazla. Kanalistanbul ile Silivri ve civarında oluşturulacak yeni şehire, Kuzey Ormanları’nın imara açılması da eklenince ve bu ormanlar da büyük ölçüde yok olunca, şehrin ne hale geleceği aşikar.

Bu noktada akıllara yine aynı şey geliyor: otoriter, “ben ne dersem o” zihniyetindeki yönetim yapısı. Bunun çevre konusundaki en net örneğiyse, 3. Köprü’ye ait “ÇED olumlu”, yani “bu yapının çevreye vereceği olumsuz etki yoktur” raporunun idare mahkemesi tarafından yürütmesinin durdurulması üzerine Başbakan’ın yaptığı “Burayı yapacağız, lamı cimi yok” açıklaması ve bu açıklamanın üzerine İBB Başkanı’nın ağzından tek kelime çıkmaması. Bunun yanı sıra seçimden önce sivil inisiyatifler tarafından hazırlanan ve özetle İstanbul’un yerel yönetiminin kendisini İstanbul tarihine, kültürüne, doğasına ve özellikle şeffaflık yoluyla halkına karşı sorumlu hissetmesini talep eden  İstanbul Sözleşmesi, adaylar arasından sadece Topbaş tarafından imzalanmadı. Siyasi olmayan bir talepler listesinin bile imzalanmamış olması, mevcut yönetimde Topbaş’ın pasifliğini ve yönetimin halkın bu taleplerine karşı sorumlu hissetmediğini ispatlar nitelikte.

İstanbul’un çehresini onulamayacak şekilde değiştiren ve çevresini kalıcı olarak etkileyecek projelere verilen izinler, yapılan anlaşmalar, yıkılan hukuk kuralları ve özellikle mulksuzlestirme.org sitesinde açıkça görülebilen belli şirketlerin bu projelerdeki ortaklıklarından dolayı oluşan rant algısı, İstanbul’un geleceği hakkındaki kaygıların ne kadar haklı olduğunu ve yerel yönetimlerin, mevcut iktidar karşısındaki felçli yapısını gözler önüne seriyor.


Burak Karakuş
brk.krks.41@gmail.com
ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...

11 Temmuz 2014 Cuma


Dünya’da zirve denen kesim, yani %1, dünyadaki tüm paranın %57’sine sahip. Hatta 7 milyar insan içindeki en zengin 358 kişinin yıllık kazancı dünyadaki insanların %43’üne (düz hesap 3 milyarına) eşit. Yani yine düz hesapla bu 350 kişiden her biri tek başına 9 milyon insanı doyurabiliyor. Dahası, 200'e yakın ülkenin bulunduğu dünyadaki en zengin 3 kişi, en fakir 50 ülkenin toplamı kadar kazanıyor ki bu ülkelerin nüfusu yaklaşık 2,5 milyar. Düz hesap olsun deyip en zengin 500 insana bakarsak, hepsinin kazancı dünyanın en fakir 170 ülkesinin kazancına eşit. Geriye kala kala 30 ülke kaldığını da hatırlayın. İlk 1300 insan dünyadaki paranın %94’ünü kullanıyor. En zengin 10 insan tüm varlığını hibe etse, en fakir 1 milyar insan Avrupa standartlarında yemek, sağlık, eğitim ve barınak ihtiyaçlarını tam 250 yıl boyunca karşılayabilir ve 1913’den 1992’ye kadar payların değişmesine bakarsak (11’e 1’den, 72’ye 1’e) bu 500 kişi 2050’den önce neredeyse tüm dünyanın kazancını ele geçirecekler. Mesela 50 yıl önce dünya ortalamasında bir insanın bir ons altın alması için 22 saat çalışması gerekiyordu. Artık 200 saat çalışmalı. İlginçtir en değerli madenlerin %90’ına sahip kıta olan Afrika’da milyoner olabilmiş sadece 4 insan var. Mesela Pakistan’daki yakıt rezervleri tüm ülkeyi 500 yıl boyunca yakmaya yetecek düzeyde. Ama bu ülke günde 18 saat elektrik kesintisi yaşıyor. Ben zengin miyim acaba derseniz, ölçüt şu: 3 hafta boyunca günde 3 öğün, en kaliteli ve sağlıklı beslenme şekli denen standartta karnınızı doyurabiliyorsanız, siz de dünyanın en zengin %15’indesiniz. Şahsen ben bunu hayatım boyunca dört günlük bayramlarda bile başaramadım.
En kıyak tabakayı geçtik, geldik en zengin %20’ye. Bu insanlar tüm dünyanın kaynaklarının (enerji, yiyecek vs.) %86’sını tek başına tüketiyor. Kalan %14 ise sana bana ve tabi 5,6 milyar insana dağıtılıyor ki eşit değil, 1,2 milyar insan günde 1 dolarlık pay alıyor. Bu arada 800 milyon insan her gün aç uyuyor ve her gün 60 bini ölüyor sırf açlıktan. 2,4 milyar insanımız arıtılmış suya erişemiyor. Bunların her biri arıtılmış su içsin dersek bunun maliyeti sadece 10 milyar dolar. Olimpiyatların ve Super Bowl’un 10 milyara düzenlendiğini, Whatsapp’ın 19 milyara alıcı bulduğunu, bir başbakanın tespit edilen yolsuzluğunun 90-100 milyar dolar olduğunu unutmayalım. Basit hastalıklardan ölen insanların sayısı yine milyonlarla ifade ediliyor. Biz tüm dünyanın basit sağlık gereksinimlerini karşılayalım desek (aşı, grip ilaçları gibi basit ihtiyaçlar) 13 milyar dolar gerekiyor. Afrika’da 0.15 dolarlık Malaria aşısı yapılmadığı için her gün 2000 insan ölüyor. Başka bir deyişle 150 dolar verilmediği için 2000 insan ölüyor. İnsan hayatının değeri.
U.N. Türkçe adıyla birleşmiş milletler. Birbirinden korktukları için yıllık 1.3 trilyon dolar harcıyorlar silahlanmaya. bu para tüm dünyanın yeterli şekilde beslenmesini 7 yıl boyunca garanti altına alabiliyor. bu oluşum 7 yılda 5.4 milyon insanın Kongo hastalığından ölmesini 3 milyar dolar (0.003 trilyon dolar) ayırıp durdurabilirdi. Silahlanma demişken, sadece nükleer bombalar ki Amerika bile 250 tanesine sahip, tüm güneş sistemi canlıyla dolu olsa hepsini ortadan kaldırmaya yeter. Hatta Amerika’nın Pentagon’un savaş için harcadığı yıllık para, 50 ülkenin eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yetiyor.
Amerikan yaşam standardı. Maalesef bu standart korunsun diye dünyanın geri kalanı bir şeyler kaybediyor. Bu ülke insanları çok değil, sadece %10 az et yeseler, yani 1 kg değil 900 gr. alsalar, tasarruf edilen miktar tam 60 milyon aç insanı doyurabilir. (Amerika nüfusu 280 milyon). çöpe atılan et miktarı da %10’dan büyük maalesef. Yılda 800 milyon ton yiyecek, Amerika satacak birini bulamadığı için atılıyor. Bağışlanmıyor bile. 12 milyon ton meyve tüm aç çocuklara yetiyor buradan hesap edin. en büyük et alıcısı McDonalds’ta çöpe atılması gereken yiyecekleri fakirlere verdiği için işten atılan çalışanların sayısı sadece 2010’da 150. bunu yapmak yasak çünkü. Hani Türkiye’de 250 bin tavuk kesiliyormuş diyordunuz ya, Amerika’da saatte 1 milyon hayvan kesiliyor. İnsanların obez olmasını geçtim, gelişmiş ülkelerdeki evcil hayvanların bile %40’ı obez. Amerika ve Avrupa evcil hayvan mamalarına 17 milyar dolar harcıyor. bu para 100 milyon aç insanı yıl boyunca doyurabilir. Starbucks kahvelerini üreten Güney Amerikalı çiftçilerin 1 bardak Starbucks kahvesi almak için 3 gün çalışması gerekiyor.
Yoksulluklara çözüm bulsun diye kurulan yasal dernekler, Amerika’da bağışlanan paraların %1’ini yardım için kullanmak zorunda. Kalan %99’uyla istediklerini yapabilirler. Ortada dolaşan kayıtlara göre bağışlanan paranın %96'sı şirket personelinin maaşlarına ve araştırmalara ayrılıyormuş, %4'ü ise gerçekten yardımlarda kullanıyormuş. Vergi kaçırma 101 dersi.
Lafı açılmışken bu ülkenin Nobel barış ödülünü kazanan başkanı, Obama, dünya tarihindeki en ölümcül silahın üretilmesini sağladı ve sadece o yıl silahlanma hızını %8 arttırdı. Artık Amerika’nın savaş bütçesi tüm dünyanın –Amerika dahil- sağlık harcamalarından daha büyük. Amerika’ya yapılmış en büyük saldırı olan 11 Eylül’de 8 çocuk, toplamda 3000 insan hayatını kaybetti. Bunun ardından Amerika Irak’a girdi ve 650 bin çocuk, toplam 1,5 milyon insan öldürüldü. Amerika’daki profesör sayısı 516 bin ve sadece biri Amerika’nın suçlu olduğunu söyleyebildi, kariyeri anında bitti. Yine 124 profesör Filistin olayını vahşi bulduğu için unvanlarından oldu.
Kozmetik. Dünyanın en büyük katillerinden. Kozmetik devam etsin ama meyve aromalı ürünlere meyve harcanmasın dersek 12 milyon ton meyve tasarruf ediliyor ki bu tüm aç çocuklara yetecek bir miktar.
Şirketler. Yasal katiller. Söz gelimi Nestle Afrika’ya yardım yapıyorum ayağına bedava mamalar yolladı. Bu yeni ürünler için bir insan deneyiydi. Sonuçta 400 bin çocuk öldü. Nestle’ye bir şey olmadı, hatta Etiyopya’dan bu mamalar için 6 milyon dolar ödemesini istedi. Coca Cola bir litre kola yapmak için 9 litre su harcıyor malum. En büyük üretim merkezlerinden biri olan Hindistan’da su kıtlığının sebebi olarak Coca Cola gösteriliyor.
Bir sanatçı milyonlarca insanı kurtarabilirdi. Mesela Britney Spears aylık 780 bin dolar harcıyor. Bu rakam 2 milyon çalışan çocuğun okula gitmesine yetiyor. Mesela Soulja Boy 55 milyon dolara yeni bir uçak alırken toplam bağış miktarı 850 dolar. Snoop Dogg günde 1000 doları sadece esrara harcıyor. Bu para 3000 çocuğun açlıktan ölmesini engelleyebilir. Sadece Amerikalı sanatçıların gelirlerinin %5 ini bağışlaması, yıllık 50 milyon insanın doymasını sağlar. Angelina Jolie ve Brad Pitt’in 8. evinin parası 80.000 çocuğun 18 yaşına kadar ev ve yiyecek ihtiyacının karşılanmasına yetiyor.
Evet. Yaz deseniz yazabileceklerimin ortalama %25’i bunlardı. Daha sizi beni etkilemeyen gerçeklikleri de eklemiyorum. Yorum da yapmıyorum.

Hüseyin Karataş
h.karatas@gmail.com



2 yorum var ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...



      “Farketmiş olabileceğiniz üzere haklarında şikayet etmediğim kimseler var: Politikacılar. Herkes politikacılardan şikayet ediyor. Herkes rezil olduklarını söyler. İyi de bu politikacıların nereden geldiklerini sanıyorlar? Gökten düşmezler. Başka bir boyuttan gelmezler. Amerikan ebeveynlerinden, ailelerinden, evlerinden, okullarından, kiliselerinden, işyerlerinden ve üniversitelerinden geliyorlar ve Amerikan vatandaşları tarafından seçiliyorlar. Yapabileceğimizin en  iyisi bu millet. Ortaya koyabildiğimiz bu kadar. Sistemimizin ürettiği budur: Çöp giriyor, çöp çıkıyor. 

Eğer vatandaşlarınız bencil ve cahilse liderleriniz de bencil ve cahil olur. Koşullar hiçbir şekilde iyileşmiyor; sadece her seferinde yeni bencil ve cahil Amerikan nesilleriniz oluyor. Bu yüzden belki de rezil olanlar politikacılar değildir. Belki de başka reziller var elde. Halk gibi… 

Çünkü bu gerçekten sadece politikacıların hatasıysa nerede bu bütün alnı açık, zeki, bilinçli insanlar?  Nerede bu akıllı, dürüst, zeki Amerikalılar? Taşın altına elini sokacak, ülkeyi kurtaracak ve yolu  gösterecek? Bizim ülkemizde böyle insanlar yok! Herkes alışveriş merkezinde… 

Uzun lafın kısası, bu politik ikilemi çok basit bir yolla çözdüm: Seçim günü, evde otururum. Oy vermem. Siktir et onları, siktir et! Ben oy vermem. İki nedenden dolayı oy vermem: Birincisi, anlamsızdır. Bu ülke uzun zaman önce alınmış, satılmış ve ücretleri ödenmiştir. Her dört senede bir  temcit pilavı gibi önünüze koyarlar. Hiçbir sikim ifade etmez. İkincisi ise, ben oy vermem çünkü inanıyorum ki; oy verirseniz şikayet hakkınız olmaz. 

İnsanlar bunu çarpıtmayı severler, biliyorum. "Ama işte oy vermezsen şikayet etme hakkın olmaz." derler. İyi de bunun neresi mantıklı? Oy verirseniz şerefsiz ve kabiliyetsiz insanlar meclise gire her şeyi bok eder ve bunun sorumlusu siz olursunuz. Sorunu siz çıkardınız, onları siz seçtiniz, şikayet etmeye hakkı olmayan da sizsiniz. Diğer taraftan ben, oy vermemiş olan ben, hatta aslında seçim günü  evinden bile ayrılmamış olan ben, hiçbir şekilde bu insanların yaptıklarından sorumlu değilim ve benimle hiçbir alakası olmayan sizin yarattığınız bela hakkında canımın istediği kadar şikayet edebilirim. 

Biliyorum ki bir kaç ay sonra o çok sevdiğiniz gösterişli başkanlık seçimlerinden birine daha gideceksiniz, gülüp eğleneceksiniz. Eminim ki, seçimler biter bitmez ülkeniz anında gelişecektir. Bana gelince, o gün evde kalıp esasında sizin yaptıklarınızı yapacağım. Aradaki tek fark, ben mastürbasyon yapmayı bitirdiğimde elimde gösterebileceğim bir şeyler olacak.” 

(Amerikan komedyen ve oyuncu George Carlin’in 1996 yılındaki “George Carlin: Back in Town” adlı gösterisinden bir parça okudunuz.)




Yakın zamanda yine bütün ülke olarak bir demokrasi sınavından geçtik ve tartışmaya açık olmayacak bir şekilde sınıfta kaldık. Sınıfta kaldık dememden kasıt sonucun herhangi bir partinin lehine yada aleyhine bitmesi değil. Mesela bazı illerdeki seçimlerin neredeyse 20 kez tekrarlanırken en çok soru işaretli şaibeye açık seçimin tekrarlanmaması. Bu en basit örnek. Elektriklerin kesilmesinden bahsetmiyorum bile. 2014 yılında hâlâ karanlıkta yapılan bir seçim. Son 12 yılda değişmeyen birşey var. Her seçim gününün akşamında insanlardaki “nasıl böyle sonuçlanabilir ya kim veriyor bunlara oy?!” tepkisi ve yine baş gösteren Türkiye’den kaçıp gitme isteği. Bu hayal kırıklığı şunu gösyeriyor. Şu anki hükümetten memnun olmayan insanlar herşeye rağmen seçimlerin memleketi refaha ulaştırması inancına sahip. Peki gerçekten bu mümkün mü?

Politika kelimesini daha yakından incelemek konuyu biraz daha netleştiricek. Politika, poli (çoklu) ve tika (yüz ifadesi, mimik) kelimelerinin birleşmesiyle oluşuyor. Çoklu yüz ifadesi. Yani ikiyüzlülüğün modernleştirilmiş hali. Partisi ne olursa olsun bütün milletvekillerinin sadece seçim zamanı ortaya çıkıp aralardaki 5 sene boyunca gözükmemesinin sebebi de budur. Buna rağmen siyasetçilerin ağızlarından çıkanlara sorgusuz sualsiz inanan kocaman bir kalabalık var. Trajik. Diğer tarafta da daha sorgulayıcı ve bilinçli olarak adlandırabileceğimiz bir kesim. Peki bu iki insan tipi de neye hizmet ediyor? Açıkçası bana göre aralarında pek bir fark yok.

İnternetle az çok haşir neşir olan herkes görmüştür. “Tatava yapma bas geç” diye bir furya başlatılmıştı. Mizahının etkisi hâlâ sürmekte. Ben, ana fikri “illerde hükümet partisinin oyuna en yakın kim varsa ona oy vermek” olan bu akıma aslında farkında olmadan 2011’de ki genel seçimlerde dahil olmuştum. Bana o zamanımı hatırlattılar. İnsanları çok sonra da olsa aynı mantelitede görmek sevindirici gelmişti. Halbuki durum o kadar da mutluluk verici bir olay değil. Aslında trajikomik olan bir olaya tarihi figürlerin ağzından yazılan capsler vesilesiyle iyi güldük. İnsanlar ciddi ciddi aslında oy vermek istemediği partilere şartlar öyle gerektiriyo diye oy veriyor ve başkalarını da öyle yapmaya azmettirmek istiyordu. Ortamlarda Sırrı’ya verdim dersin kim bilicek mk. Şu cümle bile tek başına aslında seçmenin sandık başında ne kadar elinin kolunun bağlı olduğunu gösteriyor. Genel seçimlerde de bazıları %10 barajına takılmamak için seçtiler oy vericekleri partiyi. Hakikaten üzücü. İnsanlar nasıl “kötünün iyisi” olarak adlandırdıkları partilerden medet umuyorlar? Sırf hükümet değişsin diye yapılan atılan oylar sonucu başka bir partinin yönetimi altına girmek başka yanlış politikalara maruz kalmak ihtimalini taşımıyor mu hiç?

AKP’ye “ne yapalım alternatifi yok abi adamların” diyerek oy veren kesim için de aynı şey geçerli. Hep bir kötünün iyisi.

Genel seçimlerde bir de baraj sıkıntısı var. Bitmiyor güzel ülkemin demokrasisinin dertleri. Yine inanıyorum ki azımsanmayacak sayıda bir insan oyunu sırf çöpe gitmesin diye istedikleri partiye değil de meclise girme ihtimali yüksek muhalefet partilerinden birine ya da bağımsız adaylara atıyorlar. Bu yüzde 10 barajı 31 yıl önce peydah olmuş. 12 Eylül’ün sonrasında Kenan Evren ve diğerlerinin yönetimindeki Danışma Meclisi tarafından Türkiye’nin başına sarılmış bir dert. 2-3 yıldır “%10 barajı düşürülüyor” diye haberler yapılıyor ama henüz bir icraat göremedik. Hatta öyle ki “Cem Uzan’a hapis şoku” tadında bir kıvama geldi artık. Hem düşürülse ne olacak ki tamamen kaldırılmadıktan sonra. Seçmenin bileğindeki pranga yine kalacak biraz gevşetilmiş de olsa. Bu da yine umut bağladığımız seçimlerin aslında ne kadar aciz şartlarda olduğunun bir diğer göstergesi.

Şu son seçimlerde katılım oranı hakikaten yüksekti. Belki tv’lerde dönen “oy ver” kampanya tanıtımları vardı. Oy ver diyorlardı. Bu senin hakkın. 5 yılda bir insanların önüne memleketi kendileri yönetiyor sansınlar diye konulan bu hak, hem de büyük bir kalabalık istediği tarafa oyunu veremiyorken neye yarayacak? Nasıl sağlıklı bir seçim sonucu bu?

Bir de şöyle düşünelim. İnsanların kötünün iyisi dediği sonuç gerçekleşsin. Mesela İstanbul’u Topbaş değil de Sarıgül kazansaydı kim bana 6 ay sonra bu kentin gerçekten yaşanabilir bir şehir haline geleceğinin garantisini verebilirdi. Yolsuzluk iddialarıyla kovulduğu partiden tekrar aday gösterilmiş bir insandan bahsediyoruz burada. Yapmıştır yada yapmamıştır orası ayrı bir konu. Ama bir gerçek var ki o parti ya partiden kovarken yada tekrar geri kabul alırken hata yapıyor. Velhasıl ben hiçbir koşulda hiçbir partiye veya siyasetçiye ümit bağlamam. Neden? Çünkü başkan koltuğu tatlıdır bizim memlekette. Tadını bir kez alan bir daha bırakmak istemez. Erbakan’ın rahmetli olmadan bir gün önce hâlâ “hükümete başına biz geçecez” dediği bir ortamdan bahsediyoruz. Ne diyeyim ki başka?

Yani aslında seçim yaparken bir grup haysiyetsiz adamın içersinden hangisi daha az haysiyetsiz onu bulmaya çalışıyoruz. Hepsi bu. Fakat nedense insanlar bunu anlamakta günlük çekiyor. Seçim günü gelince bu ulvi görevi göğüslerini gere gere yerine getirmek istiyorlar. Sanırım oy vermek insanı önemli hissettiriyor bir de. Bundan da kaynaklı olabilir.

Son yerel seçimden bir gün önce oy vermek kesinlikle aklımda yoktu. Fakat maalesef uzun uzun atılan demokrasi ve vatandaşlık görevi vaazları sonucunda ben de oy kullanmak durumunda kaldım. Akşam sonuçlar açıklandığında o vaazların sahipleri “ne oldu bişeyi değiştirebildik mi?”diye sorduğumda gevrek gevrek gülüyorlardı.

Bir iki sene önce bir üniversite hocası dersin konusu gereği sorduğum “en iyi yönetim şekli demokrasi midir?” sorusuna hayır cevabını vermişti. Bunu neye dayandırmıştı şimdi hatırlayamıyorum ama çok şaşırmıştım. Cevabın “evet” olacağını düşünüyordum. Zamanla daha iyi anlamaya daha iyi kavramaya başladım. Türkiye’ye Engin'in yazısında bahsettiği “5 yıldız hareketi” gibi bir akım başlasa (Bkz: Daha Az Devlet) yani aradan siyasetçileri ve partileri kaldırsak ve her kanunu insanların oylamasına sunsak bile bu toplumun bu ülkeyi yaşanılır bir hale sokacak kararları alabileceği düşüncesine sahip değilim. Hayır, karamsar düşünmüyorum. Maalesef realite bu. Belki de biz bunu hakediyoruz. Çünkü her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.

Şimdi de önümüzde cumhurbaşkanı seçimleri var. Recep Tayyip Erdoğan’a karşı rakip olarak garip ismini birçoğumuzun ilk defa duyduğu bir figür çıktı. Neyse ki yine siyasi mizah yapabileceğimiz, insanların twitter’dan birbirlerini güldürebildikleri bir malzeme oldu elimizde. Fakat yine bütün bu esprilere güldükten sonra seçim günü çok büyük bir kalabalık Recep Tayyip Erdoğan’a oy vermemek için oyunu Ekmeleddin İhsanoğlu’na vericek. Belki de hiç tanımadan.

23 yıllık hayatımda 2 kez oy vermenin nasıl bir şey olduğunu tecrübe etme şansım oldu ve bundan sonra ölene kadar oy vermemenin ne kadar mantıklı olduğuna düşünmem için yeterliydi. Kötünün iyisi oylarla kötünün iyisi partilerin kötünün iyisi milletvekillerine oy vermeye devam edilsin. Bir gün memleket kurtarılabilirse bana da haber verin.

Yaşasın baraja takılmış halkın, kendi kendini yönettiği ileri demokrasi.



mertveznikli@gmail.com

ve başlıkları altında yazıldı.
Devamı...